Son yıllarda “özgürlük”, “bireysellik”, “kendini gerçekleştir”, “kendi yolunu çiz” gibi modern dünyanın parıltılı söylemleri hayatımızın her alanına sızdı. İlk bakışta kulağa hoş gelen, insana değer verdiği izlenimini bırakan bu ifadeler, aslında toplumun en güçlü kalesi olan aileyi hedef alıyor. Çünkü aile; fedakârlığın, paylaşmanın, sabrın ve bağlılığın adı. Oysa modern çağ, insanı tam da bu değerlerden uzaklaştırarak yalnızlaştırıyor.
Artık eşler birbirini “tamamlayan” değil, “rekabet eden” bireyler haline geldi. Kadın güçlü olmalı, erkek duygularını göstermemeli; herkes kendi yoluna, kendi mutluluğuna koşmalı… Peki bu “kendi mutluluğunu arama” yarışı, ortak mutluluğu nereye bıraktı?
Birbirini anlamaya, affetmeye, birlikte büyümeye zaman ayırmayan insanlar, ilişkilerini “yorucu” bulup kaçıyor. Çünkü modern söylem onlara “mutluluğun bedel ödemeden de mümkün olduğunu” fısıldıyor.
Televizyon dizilerinden sosyal medyaya kadar uzanan geniş bir ağda, aile kavramı giderek hafifletiliyor. Evlilik sabır değil, keyif işi olarak gösteriliyor. Çocuk, emek değil “yük” gibi sunuluyor. Sadakat, eski kafalılık; saygı, korkaklık; sevgi ise tüketilen bir ürün haline getiriliyor.
Böylece aile, kendi değerlerinden soyutlanmış bir şekilde içten içe çöküyor. Modern söylemler, bireyi “özgürleştiriyor” ama kalbini köleleştiriyor.
Oysa insan, yalnızca “ben” diyerek huzur bulamaz. Çünkü insanın fıtratı “biz” olmaya göre yaratılmıştır. Aile, o “biz”in ilk ve en kıymetli halidir.
Gerçek özgürlük; kendi isteklerinin değil, doğru olanın peşinden gidebilmektir. Gerçek mutluluk; birlikte büyümek, birlikte başarmak ve birlikte sabretmektir.
Eğer toplum olarak yeniden dirilmek istiyorsak, önce aileyi korumalıyız. Aileyi korumanın yolu da modern dünyanın süslü ama içi boş söylemlerine karşı uyanık olmaktan geçer. Çünkü en güçlü ideolojik savaşlar artık silahla değil, kelimelerle kazanılıyor.
