Sabahları gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm şey artık tavan değil, telefon ekranı. Alarmı susturmak için uzandığımda, parmaklarım farkında olmadan sosyal medya bildirimlerine kayıyor. Daha uyanmadan başka insanların gününe dâhil oluyorum: haberler, mesajlar, yapılacak işler… Daha kahvaltıya oturmadan zihnim yoruluyor. Günün sonunda kendime hep aynı soruyu soruyorum:
“Bu kadar koşturmaca arasında ben neyi yaşadım?”
Modern hayat bize meşgul olmayı öğretti. Meşgul olan “başarılı” sayılıyor; boş vakti olan ise neredeyse suçlu gibi hissediyor. Arkadaşlarımızla buluştuğumuzda bile ilk cümleler genelde benzer: “Çok yoğunum, koşturuyorum.” Hepimiz bir şeylerin peşindeyiz, ama ilginçtir ki kalbimizin içinde hep aynı eksiklik uğulduyor. Meşgulüz ama bir türlü dolamıyoruz.
Bir gün işten eve dönerken yanımdan geçen bir çocuğu fark ettim. Elinde kırmızı bir balon vardı. Balonu gökyüzüne bırakmakla bırakmamak arasında kararsızdı. Benim aklım ise yarınki toplantıdaydı. O an kendime şunu sordum:
“Sen balonu fark ettin ama gökyüzünü fark ettin mi?”
Hayatı kaçırdığımız yer tam da burası: Küçük ayrıntılar. Çünkü hayat, büyük zaferlerden çok küçük anların toplamıdır.
Eksik olduğumuz şey, her şeyden önce dikkat. Dikkat aslında sevginin en büyük göstergesidir. Bir insana tüm zihnimizle kulak verdiğimizde, bir çiçeğe gerçekten baktığımızda ya da bir şarkıyı sadece dinlemek için dinlediğimizde hayat kendini hissettirir. Oysa çoğu zaman kulak verirken gözümüz ekranda, sofradayken aklımız bildirimlerde. Her yere yetişiyoruz ama hiçbir yerde gerçekten bulunmuyoruz.
Bir başka eksikliğimiz derinlik. Sohbet ediyoruz ama kelimeler yüzeyde kalıyor. “Nasılsın?” sorusu artık çoğu zaman nezaket ifadesi, gerçek bir merak değil. Yanıtlarımız da otomatik: “İyiyim, sen?” Peki gerçekten iyi miyiz? Buna zaman ayırıp düşünmüyoruz bile. Bir dostun gözlerine uzun uzun bakarak “Gerçekten nasılsın?” demeyi unuttuk. Derinliğin olmadığı yerde bağlar zayıflıyor; bağlar zayıfladığında da insan kalabalıkların ortasında yalnızlaşıyor.
Ve en önemlisi, yavaşlığımız eksik. Zamanla yarışıyoruz, ama unuttuğumuz bir şey var: İnsan aceleyle değil, sabırla olgunlaşır. Çayın demlenmesi, hamurun kabarması, bir ağacın büyümesi hep yavaşlığa bağlıdır. Hayatın ritmi aslında acele değil, ağır ağır ilerleyen bir müziktir. Biz sürekli ileri sardığımız için o melodiyi duyamıyoruz.
Geçen hafta küçük bir deneme yaptım. Sabah işe gitmeden önce telefonu elime almadım. Sadece pencereden dışarı baktım. Gökyüzünde hafif pembe bir şerit vardı, kuşlar telaşsızca uçuyordu. Belki üç dakika sürdü ama günümün en huzurlu anıydı. O an fark ettim ki eksiklik, hayatın bize sunmadığı şeylerden değil; bizim fark etmediklerimizden doğuyor.
Peki bu eksikliği nasıl giderebiliriz? Çok büyük değişimlere gerek yok. Küçük adımlar, büyük dönüşümlerin kapısını açıyor:
- Günün ilk on dakikasını sessizliğe ayırmak,
- Yolda yürürken telefona bakmamak,
- Bir dostla buluştuğumuzda gerçekten dinlemek,
- Akşam uyumadan önce “Bugün hangi ayrıntı bana iyi geldi?” diye sormak.
Bu küçük alışkanlıklar, kalbin yavaşça dolmasına izin veriyor. Çünkü meşguliyet insanın takvimini doldurur, ama anlamı dolduran şey dikkat, derinlik ve yavaşlıktır.
Hayat, aceleyi affedebilir; çünkü acele bazen gereklidir. Fakat hayat, ihmali affetmez. İhmal edilen bir dost, bir çocuk gülüşü, bir çiçek kokusu geri gelmez. Kaçırdığımız şey, aslında hep yanı başımızda duran ama yüzümüzü çevirdiğimiz şeydir: Hayatın kendisi.
Bugün kendime söz verdim: Meşgul olabilirim, ama eksik olmayacağım. Çünkü insanı tamamlayan, daha çok iş değil; daha çok farkındalıktır. Ve belki de en sahici mutluluk, “her şeye rağmen buradayım” diyebildiğimiz küçük anlarda saklıdır.
