Amerika’da yaşadığım süre boyunca hiçbir kadına “Güçlü olmak zorundasın!” denildiğini duymadım.
Aksine, “Bir şeye ihtiyacın olursa lütfen bana söyle. Yaşadığın durumun zor olduğunu biliyorum.” gibi cümleler duydum.
O zaman fark ettim ki, bu iki yaklaşım arasındaki fark sadece kelimelerde değil; kültürün kadınlardan ne beklediğinde gizli.
Coğrafyalar değiştikçe kolektif bilinç de değişiyor ve bize farklı etiketler yapıştırıyor: Bizde “dayanıklı ol”, onlarda ise “yardım isteyebilirsin.”
Peki, neden bizim toplumumuzda “güçlü olmak zorundayım” hissi bu kadar yerleşik?
Neden duygularımızı bastırmayı, zayıflık göstermemeyi bir erdem gibi öğrendik?
Tarihsel olarak çok fazla savaş görmüş ve yokluk içinde yaşamış bir milletiz. Kültürel olarak da dedikoduya ve başkalarını yargılamaya daha eğilimliyiz.
Geçmişte yaşanan bu deneyimler, atalarımızın öğrendiği dersler olarak nesiller boyunca bize aktarılır.
Örneğin, yüzyıllar önce savaş ortamında hayatta kalmak zorunda kalan bir kadın, çaresiz kaldığı kötü deneyimler sonucunda “Kadın olarak güçsüz olursam bana zarar gelir” duygusunu öğrenir. Bu korku, zamanla nesiller boyu bir zihinsel ve duygusal refleks hâline gelir.
Dolayısıyla beynimiz hâlâ bu korkuyu “savaş/kaç” tepkisiyle korur.
Ancak burada önemli olan, kendimize bunu her seferinde hatırlatmak ve duygularımızı yargılamadan kabul etmektir. Bizler insanız ve zaman zaman kötü duygularla yüzleşmek zorunda kalırız.
Bu duyguları anlamlandırdığımızda, zihnimiz gerçeği fark eder ve korkuların bize hükmetmesini engeller.
Aynı zamanda kendimize “Zayıf olmak da benim hakkım” dediğimizde, en büyük şefkati göstermiş oluruz. Zayıflığımızı kabul etmek, bizi güçsüz kılmaz; aksine, duygularımızla barıştığımızda gerçek dayanıklılığı kazanırız.
Unutmayalım ki; kendimize yetebiliriz ve bu yolculukta düşmek de, kalkmak da insana aittir. Her düşüş, yeniden ayağa kalkma gücümüzü hatırlatır ve bu, yaşamın kendisidir.
O zaman fark ettim ki, bu iki yaklaşım arasındaki fark sadece kelimelerde değil; kültürün kadınlardan ne beklediğinde gizli.
Coğrafyalar değiştikçe kolektif bilinç de değişiyor ve bize farklı etiketler yapıştırıyor: Bizde “dayanıklı ol”, onlarda ise “yardım isteyebilirsin.”
Peki, neden bizim toplumumuzda “güçlü olmak zorundayım” hissi bu kadar yerleşik?
Neden duygularımızı bastırmayı, zayıflık göstermemeyi bir erdem gibi öğrendik?
Tarihsel olarak çok fazla savaş görmüş ve yokluk içinde yaşamış bir milletiz. Kültürel olarak da dedikoduya ve başkalarını yargılamaya daha eğilimliyiz.
Geçmişte yaşanan bu deneyimler, atalarımızın öğrendiği dersler olarak nesiller boyunca bize aktarılır.
Örneğin, yüzyıllar önce savaş ortamında hayatta kalmak zorunda kalan bir kadın, çaresiz kaldığı kötü deneyimler sonucunda “Kadın olarak güçsüz olursam bana zarar gelir” duygusunu öğrenir. Bu korku, zamanla nesiller boyu bir zihinsel ve duygusal refleks hâline gelir.
Dolayısıyla beynimiz hâlâ bu korkuyu “savaş/kaç” tepkisiyle korur.
Ancak burada önemli olan, kendimize bunu her seferinde hatırlatmak ve duygularımızı yargılamadan kabul etmektir. Bizler insanız ve zaman zaman kötü duygularla yüzleşmek zorunda kalırız.
Bu duyguları anlamlandırdığımızda, zihnimiz gerçeği fark eder ve korkuların bize hükmetmesini engeller.
Aynı zamanda kendimize “Zayıf olmak da benim hakkım” dediğimizde, en büyük şefkati göstermiş oluruz. Zayıflığımızı kabul etmek, bizi güçsüz kılmaz; aksine, duygularımızla barıştığımızda gerçek dayanıklılığı kazanırız.
Unutmayalım ki; kendimize yetebiliriz ve bu yolculukta düşmek de, kalkmak da insana aittir. Her düşüş, yeniden ayağa kalkma gücümüzü hatırlatır ve bu, yaşamın kendisidir.