Zihin Bizi Aldatabilir
Kişiselleştirme, bireyin çevresinde olup bitenleri kendiyle ilişkilendirme eğilimidir. Bu durum çoğu zaman gerçeklikten saparak, kişinin kendine yüklenmesine, kaygı duymasına ya da gereksiz suçluluk hissetmesine neden olabilir.
Örneğin, arkadaşınız size kısa bir mesaj attığında “Acaba bana mı kırıldı?” diye düşünmek oldukça yaygındır. Oysa bu düşünce, çoğu zaman olayın kendisinden değil, ona yüklediğimiz anlamdan kaynaklanır. Stoacı filozof Epiktetos’un dediği gibi:
“İnsanlar, olaylardan değil, onlara yükledikleri anlamlardan dolayı rahatsızlık duyarlar.”
Bu noktada farkındalık devreye girer. Kişiselleştirme, zihinsel huzurumuzu çalan görünmez bir alışkanlıktır ve fark edilmedikçe hayat kalitemizi sessizce düşürür.
Her Surat Size Dönük Değil
Psikolog Aaron T. Beck’in “bilişsel çarpıtma” teorisine göre, kişiselleştirme depresyon ve kaygının en yaygın zeminlerinden biridir. Bu düşünce biçimi, olayları objektif değerlendirmemizi engeller. Patronunuzun asık suratı, sizin performansınızla değil, belki de onun geçirdiği stresli bir günle ilgilidir. Ama biz çoğu zaman ilk ihtimali tercih ederiz.
Bu otomatik yargılardan kurtulmanın ilk adımı, düşüncelerimizi sorgulamaktır. “Bu düşündüğüm şey kesin bilgi mi, yoksa varsayım mı?” sorusu, zihinsel boşluğu yaratır. Viktor Frankl bu süreci şöyle tanımlar:
“İnsan ile uyaran arasında bir boşluk vardır. Bu boşlukta tepki verme özgürlüğümüz saklıdır.”
Bu boşluk, zihinsel özgürlükle birlikte duygusal dengeyi de getirir.
Kendinle Nazik Konuş
Kişiselleştirme çoğu zaman iç eleştirmenin yüksek sesinden beslenir. Psikolog Kristin Neff, öz-şefkatin önemini vurgular ve der ki: “Kendinize, en yakın arkadaşınıza davranır gibi davranın.” Hatalarınızı insan olmanın doğal bir parçası olarak görmek, içsel huzurun kapısını aralar.
İç sesinizi bir süre dinleyin. Kendinize ne söylüyorsunuz? Eleştirileriniz ne kadar yapıcı? Belki de en çok, başka kimseye söylemeyeceğiniz şeyleri kendinize söylüyorsunuz. Bu noktada Nietzsche’nin şu sözü düşündürücüdür:
“Hayatta gerçekler yoktur, yalnızca yorumlar vardır.”
Bu yüzden olayları tek bir pencereden görmek yerine, farklı açılardan değerlendirmek kişiselleştirme alışkanlığını kırmada önemli bir adımdır.
Hafiflemenin Yolu: Her Şeyi Üzerine Almamak
Sonuç olarak, kişiselleştirme eğilimimizi kontrol etmek ruhsal özgürlüğümüzü korumak adına önemlidir. Hayattaki her olayın bizimle ilgili olmadığını anlamak, hem ilişkilerimizi hem de içsel huzurumuzu güçlendirir. Marcus Aurelius’un şu sözü, bu anlayışı net biçimde özetler:
“Beni inciten, olayların kendisi değil, onlara yüklediğim anlamdır.”
Kendi hikâyemizin yazarı olduğumuzu hatırlamak, başkalarının hikâyelerini üzerimize almak yerine, özgür bir yaşamın kapısını aralar.