İnsan, yaşamı boyunca kendini anlamaya çalışır. Kimi zaman sessiz bir anın içinde, kimi zaman bir duanın sıcaklığında, kimi zaman da kendi düşüncelerinin derinliğinde bu arayış sürer. Din ve psikoloji, bu arayışın iki farklı yönü gibidir. Biri kalbi, diğeri zihni anlatır. Ama aslında ikisi de insanın iç dünyasında aynı noktaya dokunur: anlam bulma isteğine.
İnanç, insana dayanma gücü verir. Zorluklar karşısında bir şeylere inanmak, insanın içindeki boşluğu doldurur. Psikolojik olarak güçlü hissetmek de aslında bu inançla iç içe geçer. Kişi, kendine, yaşama veya daha yüce bir varlığa güvendiğinde, iç huzuru yavaş yavaş kurar. Belki de huzur, insanın kendini kabullenmesiyle başlar.
Bazen din, insanın kalbine sessizce dokunur; bazen psikoloji, zihnindeki karışıklığı anlamlandırmasına yardım eder. Farklı gibi görünen bu iki alan, insana aynı şeyi söyler: Kendini tanı, iç sesini dinle, dengeyi bul. Çünkü insan hem aklıyla hem kalbiyle bir bütündür.
Ruhsal denge, sadece düşünmekle değil, hissetmekle de ilgilidir. İnsan, duygularını bastırdığında yorulur; inancını yitirdiğinde ise yönünü şaşırır. Bu yüzden bazen bir dua, bazen içten bir konuşma, bazen de sessiz bir farkındalık anı insana iyi gelir.
Din ve psikoloji, aslında birbirinden uzak değildir. İkisi de insanın kendine dönmesini ister. Dinin kalpte açtığı ışık, psikolojinin zihinde kurduğu düzenle birleştiğinde, insan biraz daha “tam” hisseder. Belki de mutluluk, tam olarak o an doğar.
