Son yıllarda “özgüvenli olmak” ile “narsist olmak” arasındaki çizgi giderek inceldi. İnsanlar artık kendi fikirlerini savunmayı, kendini övmeyle; sınır koymayı da kibirle karıştırır hale geldi. Oysa psikolojik açıdan bu iki kavram, birbirine benzese de köken olarak taban tabana zıttır.
Gerçek özgüven, insanın kendi değerini bilmesiyle başlar. Özgüvenli bir birey, başarılarını abartmadan kabul eder, eleştirildiğinde yıkılmaz, hatasından öğrenir. Çünkü kendine güveni, başkalarının onayına bağlı değildir. Kendisini ifade ederken başkasını küçümseme ihtiyacı duymaz; sessiz ama sağlam bir güce sahiptir.
Narsist biri ise genellikle özgüvenliymiş gibi görünür. Fakat bu görüntünün altında, sürekli beğenilme ihtiyacıyla sarsılan kırılgan bir benlik vardır. Narsist kişi, takdir edilmediğinde öfkelenir, eleştirildiğinde hemen savunmaya geçer. Empati kurmakta zorlanır çünkü dünyanın kendi etrafında döndüğüne inanır.
Psikologlar bu farkı şöyle açıklar:
“Özgüven, sessizdir. Narsisizm ise sürekli konuşur.”
Gerçek özgüven, insanın iç huzurunda saklıdır. Beğenilmese bile kendiyle barışık kalabilmektir. Narsisizm ise dış dünyanın aynasında sürekli kendine bakmaktır — onaylandıkça var olma çabasıdır.
Sosyal medyanın bu çizgiyi bulanıklaştırdığı da bir gerçek. Beğeni sayıları, takipçi artışları ve alkışlar; kişilerin özgüvenle narsisizmi karıştırmasına yol açıyor. Oysa gerçek güç, başkalarını ezmeden de parlayabilmektir.
Belki de kendimize şu soruyu sormalıyız:
“Gerçekten kendime mi güveniyorum, yoksa onay bekleyerek mi var oluyorum?”
