Bir zanaatkârın eline aldığı her parça, onun iç dünyasının bir yansıması gibidir. Kimi zaman bir tahta parçasında sabrı, kimi zaman bir kumaşta duygularını işler. Her vuruş, her çizgi, her dikiş aslında bir düşüncenin, bir hissin dışa yansımış hâlidir. Zanaatkâr üretirken yalnızca bir nesne ortaya koymaz; kendi ruhunu da o emeğin içine işler.
Zanaatkâr olmak, sadece el becerisiyle değil, iç dengeyle ilgilidir. Çünkü bir işte ustalaşmak, önce insanın kendine hâkim olmasıyla başlar. Bir işin kusursuzluğunu ararken, kişi aynı zamanda kendi sabrını, dikkatini ve duygularını da sınar. Bu süreçte insan, kendisiyle sessiz bir konuşma yapar. Her tekrarda biraz daha sakinleşir, biraz daha derinleşir.
Zanaatkârın dünyasında zaman farklı akar. El emeğiyle uğraşmak, insanı dış dünyanın gürültüsünden uzaklaştırır. Eller çalışırken zihin dinlenir. Belki de bu yüzden birçok zanaatkâr işine bir tür sığınak gibi sarılır. Orada düşünceler sadeleşir, karmaşalar anlam bulur. İnsan, üretirken aynı zamanda kendini onarır.
Bir zanaatkârın yaptığı işte mükemmellik arayışı, aslında kendi iç huzurunu bulma çabasıdır. Her ayrıntıya verilen önem, insanın kendine olan saygısının bir göstergesidir. Ve her tamamlanan eser, bir tür içsel tatmin duygusuyla sonuçlanır. O anda kişi, emeğinin karşılığını yalnızca maddi değil, ruhsal anlamda da alır.
Zanaatkârlık, sabrın, dikkatin ve duygunun birleştiği yerdir. Psikolojik olarak insanı besler; çünkü üretmek, var olmanın en doğal yollarından biridir. Belki de bu yüzden el emeğiyle yapılan her iş, bir terapi gibi insana iyi gelir. Zanaatkâr, elleriyle dünyayı şekillendirirken aslında kendi iç dünyasını da güzelleştirir.
