Durgun bir sabah karşılamıştı küçük kızı okula giderken. Şimdi eve dönme vaktiydi. Hava düşündüğünden daha soğuk yağmur tahmininden daha güçlü yağıyordu. Okula gitmek de gelmek de bazen işkenceye dönmüyor değildi özellikle böylesi havalarda. Hele de ayağındaki ayakkabı su geçiriyorsa. Şimdi evde sıcacık sobanın karşısında olmak vardı. Kemiklerinin ısındığını hissetmek. Ama gel gör ki bu mümkün değildi. Usul adımlarla eve doğru yürüyordu Zeliha. Eve bir an önce varsa dinlenecek değildi de en azından ayakları ısınırdı. Okul sonrası diğer çocuklar ne yapardı bilmiyordu Zeliha. Dinlenirlerdi pek tabi onları bekleyen sıcacık sobanın ısıttığı odalarda. Belki de yemeye doyamayacakları lezzetli yemekler eşliğinde günün kalanını düşünüp duracaklardı. Bu hali hazırda bir çocuğun sade hayatının Zeliha için özenilecek bir rutiniydi.
BİR ÇOCUĞUN AĞIR YÜKÜ
Besbelli onun düzeni bundan çok farklıydı. Önce eve varıp hasta dedesini doyurması gerekiyordu. Çok yaşlıydı adamcağız. İki sene önce felç geçirip Zelihasız adım atamaz olmuştu. Annesi pek sevmezdi kayınpederini; yemeğini hazır eder ille de kızına derdi yedirsin diye. Evdeki en öncelikli görevi buydu. İlk olarak bunu yapacaktı. Sonra da sırtına yüklendiği kendini taşımaya dahi hayrı kalmamış asırlık sepeti sırtlanıp denizden kömür toplamaya koşacaktı. Geçimlerinin bir kısmı buna bağlıydı. He tabi buz gibi hava da evi ısıtabilmenin görünmez bedeliydi. Bu kömür toplama belası yüzünden kaç defa hasta olmamış mıydı zaten? Kışın en katlanılmaz yanı yağan kar sananlar halt etmişti. Asıl dayanılmaz olan soğuktan sızlayan ayaklarla başka bir soğuğun kapısını aralayıp denizin kıyısına vuranları toplamaktı. Ellerini soğuktan hissetmemekte cabası.
YOKSULLUĞUN YALNIZLIĞI
Ne kadar çok şey yükleniyordu çocuk bedeni. Ne kadar çok şeye olur deyiveriyordu. O hayatın tüm olurlarını olmazlarını başıyla selamlayıp kabul etmişti doğduğu andan itibaren. İnsanın doğduğu evi seçememesi ne büyük bir adaletsizlikti? Zeliha bunu düşünmeden de edemiyordu tıpkı delik ayakkabılarından sızan suya çoktan teslim olmuş ayaklarının sızısını edemediği gibi. En çok da öteki hissetmenin verdiği acı burkuyordu yüreğini. Pek matah bir yerde yaşamıyorlardı elbette ama ondan başka da kömür toplamaya gelen yoktu sınıftaki arkadaşları arasından. Bir tek deli Ayfer dedi içinden; bir tek o geliyordu ara sıra kömür toplamaya. Nasıl gelmesin? Babasını geçen yaz kaybetmişti. Adamcağız mevsimlik işçi olarak gittiği Adana da traktörden düşüp ölmüştü. Ayfer de annesi de çalışmasa ne yiyip içecekler nasıl ödeyeceklerdi kirayı? Bu şehirde her şey ol ama sahipsiz olma diye geçirdi içinden Zeliha. Kim ne derse desin en zoru o olmalıydı.
UMUDUN AĞIRLIĞI
Düşüncelere daldıkça daha da çok doldurdu sepetini. Sepet doldukça ısınacak olan bedenini düşünüp mutlu oldu. Her ne kadar yarın gene aynı düzende gelip bir sepet daha dolduracaktı ama bugünlük bu kadarı yeterde artardı. Soğuğun çarptığı yüzü çoktan kaskatı olmuştu bile. Çektiği acıya aldırmadan yüklendi kurtuluşu olmayan acımasız yükünü sırtına. Geldiği yoldan gerisin geri eve dönmek için buz tutmuş bedenini ağır ağır hareket ettirdi. Bu sefer kararlıydı. Babasına yeni bir bot aldıracaktı. Böyle giderse delik ayakkabıdan sızan su onu zatürre edecekti. Böyle söylerse babası kıyamazdı ona. Alıverirdi. Bunları düşünerek yürümeye devam etti. Gelirken uzadıkça uzayan yol, dönüşte çabucak geçiveriyordu. Az bir yokuş çıkacaktı altı üstü. Sırtındakinden kurtulmasına az kalmıştı.
BELALI BİR MİSAFİR
Yokuşu çıkıp evin önüne geldiğinde siyah bir araba karşıladı onu. Bir gariplik olduğunu o an hissetti. Araba modellerine hakim değildi ama bu kadar pahalı bir arabanın onlara gelmeyeceği de aşikardı. Kapıyı itip içeri girince babasını oturma odasındaki eski püskü kanepede uzanırken buldu. Baş ucundaki iyi giyimli adamlar devamlı güzel temennilerde bulunuyorlardı. Birinin elinde sürekli çalan bir telefon vardı. Ona cevap vermekten diğer konuşmalara yarım yamalak dahil olabiliyordu sadece. Zeliha’nın geldiğini fark etmediler bile. Sırtındaki sepeti sobanın yanına bırakıp soğuktan neredeyse morarmış olan ellerini ateşe doğru tutup ısıtmaya çalıştı. Odanın içi kaynayan güğümden damlayan suların sobada bıraktığı sesle uyum içindeydi. Konuşmalar bir artıyor bir azalıyordu. Duyduğu kadarıyla babası çalıştığı inşaattan düşüp bacağını kırmıştı. Yeterli önlem alınmamış olduğu için suçlu iş yeriydi. Bu iyi giyimli kişilerde bunun için buradaydı. “Aman sen sen ol sakın bizi şikayet etme.” “Zaten hatalı sensin, bu ayki maaşını tam yatırırız bu iyiliğimizi unutma. Hastane masrafları da bizden.” Masaya birkaç kuruş bırakıp dışarı çıkıp arabaya bindiler. Araba onların evinden kat ve kat daha sıcaktı. Gerekeni yapıp içleri rahat bir halde geldikleri gibi yeniden yola koyulmuşlardı. Arabanın kar üzerinde bıraktığı tekerlek izlerini pencereden görebiliyordu Zeliha.
TESLİMİYET VE DİRENİŞ
Babası bacağını üç yerinden kırmıştı. Çok şükür ki canına bir şey olmamıştı. Ama bu kırık düzelir mi, ne zaman düzelir bilen yoktu. Aylarca sürebilir demişti doktor. Bu da babasının aylarca çalışamaması demekti. Daha fazla kömür toplamak demekti. Altı delinmiş ayakkabıyla geçen seneki kış olduğu gibi bu kışı da geçirmek zorunda olmak demekti. Sobada kaynayan güğüme baktı Zeliha. Kaynayan suyun kendini korkusuzca ateşe teslim edişini izledi. Şu an o damlalardan farkları yoktu. Böyle gitmez dedi Zeliha artık buna katlanamazdı…
